1984’ten beri Türkiye ile silahlı çatışma içinde olan Kürdistan İşçi Partisi’nden (PKK) bir grup 11 Temmuz Cuma günü Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Süleymaniye kenti kırsalında silah bırakma töreni düzenledi. 30 civarı PKK savaşçısının silahlarını yaktığı törene Türkiye ve Irak’taki Kürt siyasi hareketinden ve uluslararası delegasyondan yaklaşık 250 kişi katıldı.
Törende “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” adıyla yapılan açıklamada “Barış ve Demokratik Toplum sürecinin pratik başarısı için bir iyi niyet ve kararlılık adımı olarak ve bundan sonra özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizi, demokratik siyaset ve hukuk yöntemiyle yürütmek amacıyla ve demokratik entegrasyon yasalarının çıkarılması temelinde sizlerin huzurunda silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz,” denildi.

Açıklamada ayrıca şunlar belirtildi: “Dünyada faşist baskı ve sömürünün arttığı, bölgemiz Ortadoğu’nun kan gölüne döndüğü ve halkımızın barış içinde özgür, eşit ve demokratik bir yaşama her zamankinden daha fazla ihtiyacının olduğu bu ortamda attığımız bu tarihi adımın büyük önemini, doğruluğunu ve aciliyetini görüyor ve hissediyoruz.”
Açıklamanın okunmasının ardından sözü alan, PKK’nin bağlı olduğu Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) Yürütme Konseyi Eş Başkanı Bese Hozat, “Kuşkusuz bu tarihi girişimin başarıya ulaşması için çok ciddi hukuksal reformlara ihtiyaç var. Yasal ve anayasal düzenlemelere ciddi bir ihtiyaç var, gerekliliktir bunlar,” dedi.
PKK’nin silah bırakmasına giden süreç, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın müttefiki, faşist Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) lideri Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim’de yaptığı çağrı ile başlamıştı. Bahçeli, 1999’dan beri hapiste olan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın örgütün lağvedildiğini ilan etmesi halinde serbest bırakılabileceğini ve parlamentoda konuşma yapabileceğini söylemişti.
Bunun ardından Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) heyeti ile yürütülen müzakereler sonucunda Öcalan 27 Şubat’ta PKK’ye silah bırakıp kendini feshetme çağrısı yaptı. Öcalan, bu açıklamada partisinin tarihsel ve siyasi iflasını ilan ederek “devletle bütünleşme”yi öneriyordu. PKK bu çağrıya 5-7 Mayıs tarihlerinde düzenlediği kongrede kendini feshetme ve silahlı mücadeleye son verme kararı ile cevap verdi.
Silah bırakma töreni öncesinde, Çarşamba günü, Erdoğan hükümetinin izniyle, Öcalan’ın bir video açıklaması yayınlandı. 1999’daki yargılamalardan beri ilk kez bir videosu yayınlanan Öcalan, “Silah bırakma mekanizmasının kurulması, süreci ileri taşıyacaktır. Yapılan silahlı mücadele aşamasından demokratik siyaset ve hukuk aşamasına gönüllüce geçiştir. Bu bir kayıp değil, tarihi bir kazanım olarak değerlendirilmek durumundadır,” diyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Cumartesi günü yaptığı konuşmada, Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin analizini teyit edecek şekilde, PKK ile anlaşmanın arkasında, Ortadoğu’da derinleşen emperyalist yeniden paylaşım savaşının ve Türk burjuvazisinin yayılmacı emellerinin yattığını açıkça ortaya koydu.
“Bugün tarihte yeni bir sayfa açılmıştır. Bugün büyük Türkiye’nin, güçlü Türkiye’nin, Türkiye Yüzyılı’nın kapıları ardına kadar aralanmıştır,” diyen Erdoğan, “Türk-Kürt-Arap ittifakı”na dayalı gerici bir burjuva perspektifin çerçevesini çizdi. Bu üç halkın Müslümanlık temelinde birleştiklerinde tarihte zaferler kazandığını öne sürdükten sonra “Şam bizim ortak şehrimizdir. Diyarbakır bizim ortak şehrimizdir. Mardin, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil, Halep, Hatay, İstanbul, Ankara bizim ortak şehrimizdir,” dedi.
Erdoğan ayrıca “Irak sahasındaki harekâtlarımız ve Suriye’de gerçekleşen 8 Aralık devrimi, terörle mücadelede elimizi daha da güçlendirdi” ve “ülkenin önünde açılan bu fırsat penceresini değerlendirmek için çok hassas, çok temkinli bir süreç yönettik,” diye ekliyordu.
Bu ifadeler, PKK ile anlaşmanın Kürt sorununu “barış ve demokrasi” temelinde çözme iddiasıyla hiçbir ilişkisinin olmadığını ortaya koymaktadır. İfade edilen perspektif, Türk seçkinlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ortasında, 1920’de ilan ettiği “Mîsâk-ı Millî” sınırları üzerinde hak iddiasına siyasi dayanak sağlamayı amaçlamaktadır. Bu sınırlar, Arapların, Kürtlerin ve Türkmenlerin yaşadığı Suriye ile Irak’ın kuzey kesimlerini de kapsıyordu.
Türk burjuvazisi, ABD’nin, İsrail ile birlikte, Ortadoğu’da tam hakimiyetini sağlamayı ve haritaların yeniden çizilmesini amaçlayan emperyalist savaşın ortasında, Kürtlerin ve Arapların hamiliğini üstlenerek Suriye, Irak ve daha geniş bir bölgede hak iddia etmeye hazırlanmaktadır.
Ayrıca ABD’nin Ortadoğu’daki egemenliğinin önünde aşılması gereken bir engel olarak gördüğü İran’daki hakim etnik grup olan Farsların Müslüman olmalarına rağmen Erdoğan’ın “Müslüman ittifakı”na dahil edilmemeleri bir tesadüf değildir. Erdoğan’ın bu açıklaması, müttefikleri ABD-İsrail’in İran’a yönelik emperyalist saldırısından sadece bir ay sonra yapılmıştır.
Bu arada Erdoğan konuşmasında bundan sonra atılacak adımlar için meclis komisyonu kurulacağını belirtti ve yasal ve anayasal değişiklik sinyali verdi. Erdoğan bu konuda Cumhur İttifakı ortağı MHP’nin yanı sıra DEM Parti ile birlikte hareket edeceklerini duyurdu: “Cumhur İttifakı olarak AK Parti, MHP ve DEM heyetiyle de bu süreci pişirerek geleceğe taşıyacağız… Şimdi AK Parti, MHP, DEM biz en azından üçlü olarak bu yolda beraber yürümeye karar verdik.” Bu tür değişikliklere de aynı gerici emeller yol gösterecektir. Doğrusu, Türkiye’deki burjuvazi ve onun emperyalist müttefikleri, Kürtler dahil tüm halkların demokratik haklarına ve barış özlemlerine doğaları gereği düşmandır.
Erdoğan hükümetinin artan baskısı altında bulunan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) lideri Özgür Özel, anlaşmaya bir kez daha desteğini ifade ederek “Terör örgütünün bugünkü sembolik silah bırakma adımını memnuniyetle karşılıyoruz,” dedi.
Bununla birlikte Özel, sınırlı demokratik hakların bile ortadan kaldırılması ile “demokratikleşme” iddiası arasındaki çelişkiye dikkat çekmek zorunda kaldı. Ancak bunu, Erdoğan’ın “iç cephe” kavramına destek vererek yaptı: “Belediye başkanlarının yerine kayyımların atandığı, Kürtlerin belediye meclislerine girmesini suç sayan soruşturmaların sürdüğü, seçilmiş siyasetçilerin hukuk dışı yöntemlerle hapiste tutulduğu ve demokratik rekabetin sakatlandığı bir ortam toplumsal barışın baş düşmanıdır, iç cephemizi tahkim etmek gayretinin önündeki en büyük engeldir.”
Doğrusu “iç cephenin tahkimi”, işçi sınıfının, burjuvazinin sınıf çıkarlarına ve Ortadoğu’daki gerici emellerine tabi kılınmasını ifade etmektedir. Egemen sınıfın dışarıda savaş, içeride sınıf savaşı gündeminde, demokratik ve sosyal haklar da saldırı altındadır ve herhangi bir demokratikleşmeye ya da sosyal reforma yer yoktur.
Bu sürecin Erdoğan’ın ve Öcalan’ın ifade ettiği gibi Kürt ve Türk halklarına, Ortadoğu’ya ve hatta küresel topluma barış ve demokrasi getireceği iddiası bir aldatmacadan ibarettir. Ankara ile PKK’nin anlaşması, ABD-İsrail’in Ortadoğu’yu savaş yoluyla yeniden şekillendirdiği ve Türkiye’de temel demokratik hakları ortadan kaldıran bir başkanlık diktatörlüğünün sağlamlaştırıldığı koşullarda gerçekleşiyor.
Kapitalist sistemin küresel krizinin merkez üssü olan ABD, askeri saldırganlık yoluyla dünya hakimiyetini koruma peşinde koşuyor. Ukrayna’da 2022’den beri Rusya’ya karşı savaş halinde olan ABD’de, yenide seçilen Başkan Donald Trump, Ocak ayında hem Çin’i hem de kendi müttefiklerini hedef alan bir küresel fetih ve hegemonya planı ilan etti.
Suriye’de Türkiye ve ABD-NATO destekli Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) cihatçılarının Aralık ayında iktidarı ele geçirmesi hem Ankara’nın hem de Tel Aviv’in ülkedeki etkisini artırdı. Rusya ve İran destekli Devlet Başkanı Beşar Esad’ı deviren bu rejim değişikliği, ABD’nin Ortadoğu’da İran’ı ve müttefiklerini hedef alan daha geniş kapsamlı operasyonlarının bir parçasıydı. İsrail Ekim 2023’ten beri Gazze’deki Filistinlilere yönelik soykırımına devam ederken Lübnan’da Hizbullah’a saldırmış ve İran’a hava saldırıları düzenlemeye başlamıştı.
Ortadoğu’da sınırların yeniden çizilme olasılığı, İsrail’in etkisinin artması ve Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da bölünmüş Kürt nüfusunun bir devlet veya statü kazanma olasılığı Ankara’yı harekete geçirdi. İşte bu ortam, Ankara ile PKK anlaşmasının başlıca şekillendiricisidir.
Erdoğan sürecin başında, geçtiğimiz Ekim ayında şunları söylemişti: “Haritalar yeniden kanla çizilmek istenirken, İsrail’in Gazze’den Lübnan’a taşıdığı savaş sınırlarımıza yaklaşırken, iç cephemizi kuvvetlendirmeye çalışıyoruz.” Bununla birlikte, Erdoğan’ın açıklamasının ortaya koyduğu üzere, Ankara-PKK anlaşması, savunmacı bir önlemden çok Türk burjuvazisinin Ortadoğu’daki emperyalist savaş ganimetinden pay almasını amaçlayan gerici bir yanıtı ifade etmektedir.
ABD’ye ve İsrail’e suç ortaklığı yapan Ankara, aynı zamanda Tel Aviv’le ciddi bir bölgesel hegemonya rekabeti içinde bulunuyor. Erdoğan, Türkiye’nin de silah malzemeleri ve petrol sevkiyatıyla ve ülkedeki üsleriyle yardımcı olduğu İsrail’in Gazze’deki soykırımının “Türk, Kürt, Arap tarih boyunca olduğu gibi bir araya gelip ittifak kuramadığı” için mümkün olduğunu öne sürdü. Bu şekilde, her biri İsrail’in arkasındaki ABD-NATO emperyalizminin işbirlikçisi konumunda olan Türk ve Arap rejimlerinin ve Kürt milliyetçi hareketinin rolünü bilinçli bir şekilde yanlış aktardı.
Ankara, Öcalan üzerinden PKK’ye silah bıraktırmaya çalışırken, onun Suriye’deki kardeş örgütünü de Şam’daki müttefikleriyle anlaşmaya zorluyor. Suriye’deki Kürt milliyetçisi Halk Savunma Birlikleri (YPG), Suriye’nin kuzeydoğusunu ABD güçleri ile birlikte kontrol ediyor ve İsrail tarafından “doğal müttefik” olarak görülüyorlar. Ankara, Suriye’de fiili bir özerk yönetime önderlik eden YPG’nin içinde yer aldığı Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) HTŞ rejimi ile anlaşmaya vararak Suriye ordusunun bir parçası yapmaya ve özerk yapıya son vermeye çalışıyor.
Çarşamba günü Şam’daki Tişrin Sarayı’nda SDG heyeti ile Suriye geçiş hükümeti yetkilileri arasında bir görüşme yapıldı. ABD ve Fransa’nın gözetiminde yürütülen görüşmelerin temel anlaşmazlıklar nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandığı bildirildi. Toplantıda SDG’nin üç temel talebinin (Suriye Arap Cumhuriyeti ismi değiştirilsin, ademi merkeziyetçi bir yönetim sistemi uygulansın, SDG güçleri Suriye ordusu içinde bağımsız bir blok olarak tanınsın) HTŞ rejimi tarafından reddedildiği belirtildi. Ankara da bu taleplere karşı çıkıyor.
ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Thomas Barrack, Suriye’nin kuzeydoğusundaki North Press’e verdiği mülakatta, “Türkiye’de olanları görmekten mutluluk duyuyorum. Bu çok büyük bir adım, uzun zaman önce atılması gereken bir adım,” dedi ve şunları ekledi: Türkiye’de olanlar “Burada olanları etkiliyor. Çünkü tüm bölgenin değiştiğini görüyoruz... IŞİD'e karşı mücadelede Amerika için değerli bir ortak olan, saygı duyulan, zeki, açık sözlü SDG, tek bir ülke, tek bir ulus, tek bir halk ve tek bir ordu olduğu sonucuna varmalıdır.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan da Cumartesi günkü konuşmasında Ankara-PKK anlaşmasına ABD’nin desteğine işaret ederek, “Onlar [Barrack] da Suriye’de görüşmeler, toplantılar yaptılar ve oradan verilen mesajlar da gerçekten çok çok olumluydu, bizler için de sevindiriciydi,” dedi.
Kürt hareketi Suriye’de El Kaide kökenli İslamcılarla bir “demokratik rejim” kurma iddiasındayken, Türkiye’de de Erdoğan hükümeti adil yargılanma hakkı, seçme ve seçilme hakkı, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü gibi en temel demokratik hakları çiğniyor. Dahası, tüm dünyada egemen sınıf, artan uluslararası ve sınıfsal gerilimlerin basıncı altında otoriter rejimlere yöneliyor. Bunun en keskin ifadesi, ABD’de bir başkanlık diktatörlüğü kurmaya çalışan Trump yönetimidir. Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşü, bu eğilimleri tüm dünyada daha da cesaretlendirmiştir.
Sosyalist Eşitlik Grubu, her ikisi de ABD müttefiki olan Türk ve Kürt seçkinleri arasında yapılan anlaşmanın emperyalizm yanlısı ve gerici karakterinin altını çizmektedir.
Kürt sorununda demokratik çözüm ve Ortadoğu ve dünya barışı, tüm kimliklerden işçilerin emperyalizmi ve kapitalist ulus devlet sistemini ortadan kaldırma ve Ortadoğu’da ve dünya genelinde sosyalizm uğruna mücadelede işçi iktidarını kurma hedefiyle birleştirilmesini ve seferber edilmesini gerektirmektedir. Sosyalist Eşitlik Grubu’nun ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin uğruna mücadele ettiği perspektif budur.