İzmir belediye işçileri grevinin ardından çıkarılması gereken dersler

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yönetimindeki İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne (İzBB) bağlı İZELMAN, İZENERJİ ve Egeşehir şirketlerinde çalışan 23 bin işçinin 29 Mayıs’ta başlayan grevi 7. gününde sona erdirildi. Belediyeyi temsil eden Sosyal Demokrat Kamu İşverenleri Sendikası (SODEM-SEN) ile müttefiki DİSK’e bağlı Genel-İş sendikası arasında imzalanan anlaşma işçiler için bir kazanım sağlamadı.

İşçiler “eşit işe eşit ücret” talepleri doğrultusunda yüzde 60 zam istiyorlardı. Greve başlamadan önce belediyenin ücret zammı teklifi yüzde 29,16 iken imzalanan sözleşmede bu oran işçilerle alay edercesine sadece yüzde 30’a çıkarıldı. Sonraki 6 ay içinse ücret zammı enflasyon üzerine 2 puan eklenerek hesaplanacak.  

Salı günü Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) resmi yıllık tüketici enflasyonu yüzde 35,41 olarak açıklandı. Bağımsız bir kuruluş olan ENAG ise bu oranı yüzde 73,88 olarak hesapladı. Geçtiğimiz yıllarda ENAG tarafından tespit edilen gerçek yıllık enflasyon uzun süre yüzde 100’ün üzerinde seyretmişti.

Grevdeki İzmir Büyükşehir Belediyesi işçilerinin protestosu, 31 Mayıs 2025 [Photo by @DiSK_Genel_is via X]

Resmi enflasyonun gerçek hayat pahalılığını yansıtmadığını hem CHP hem de sendikalar ikiyüzlü bir şekilde dile getirirken bu zam oranları işçilerin reel olarak ücret kaybının süreceği anlamına gelmektedir. Son yıllarda, dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de işçiler, artan hayat pahalılığı ve egemen sınıfın büyüyen sosyal saldırısı ve sendikaların işbirliği nedeniyle reel ücretlerinde ve yaşam standartlarında ciddi kayıplar yaşadılar.

İşçiler 7 günlük grev sonucu zam oranını yalnızca yüzde 0,84 oranında arıtılmasına tepki gösterdiler ve bu farkın grevde kaybettikleri 7 günlük yevmiyeyi bile karşılamadığını belirttiler. Evrensel gazetesine konuşan bir işçi “Bu TİS ile elimizdekileri kaybetmiş oluyoruz. Haklarımızın çoğu tırpanlanmış oldu,” dedi. Bir başka işçi ise “Eşitlik olmadı. Biz o zaman 5 buçuk aydır neyi bekliyoruz. Keşke ilk başladığı Ocak ayındaki teklifi kabul etseydik o zaman enflasyon kaybımız olmazdı,” diye belirtti.

İzmir grevi, işçilerin sonraki mücadeleleri için çıkarması gereken çok sayıda ders içermektedir. Bunlardan en önemlisi, CHP’nin de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) gibi işçi sınıfına düşman bir kapitalist düzen partisi olduğu gerçeğidir. Aynı şekilde, işçilerin, sendika bürokrasisinden bağımsız taban komiteleri vasıtasıyla ipleri kendi ellerine almaları, satış sözleşmelerini engellemeleri ve mücadelelerini ilerletmeleri için elzemdir.

Başta Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay olmak üzere belediye yönetimi ve CHP, basında ve sosyal medyada grevin bastırılması için ve grev hakkına karşı işçileri hedef alan kirli bir karalama kampanyası yürüttü. Bu kampanyanın başlıca argümanları “basit” işçilerin fahiş ücretler talep ettiği ve grevin Erdoğan hükümetine hizmet ettiğiydi. Temel bir demokratik hak olan grev hakkını hedef alan bu işçi düşmanı sağcı kampanya, CHP’nin demokrasiyi savunma iddiasının çürüklüğünü gözler önüne sermiştir.

İzBB ve Tugay ülkedeki genel ücret seviyesinin düşüklüğünü gerekçe göstererek hükümetin ücretleri baskılama politikasını takip ediyor. Oysa hükümet 2025 yılı asgari ücreti için yüzde 30 zam yaptığında CHP ikiyüzlü bir şekilde bunu kınayan açıklamalar yapmıştı.

Belediye işçilerinin ya da bir bütün olarak işçi sınıfının ücretleri tartışılırken, asgari ücretin düşüklüğüne atıfta bulunulması ve bunun bir silah olarak kullanılması, CHP’nin ve medyadaki kalemşorlarının hükümetin sınıf savaşı gündemini tamamen desteklediklerini ortaya koymuştur. Kapitalist sınıfa ve onun hakim politikasına karşı işçi sınıfından yana bir duruş, işçilerin ve ailelerinin insanca bir yaşam sürdürebilmesini merkeze alır. Bu ücret, elbette, temel ihtiyaçlar üzerinden hesaplanan yoksulluk sınırının altında olamaz ve ücretler sürekli olarak gerçek enflasyon oranında artırılmalıdır. Ancak bu geçiş talepleri, kapitalist sömürü altında işçiler için “adil bir ücret”in söz konusu olamayacağı ve asıl hedefin “ücret sisteminin lağvedilmesi” gerektiğini savunan sosyalist bir perspektifle birleştirilmelidir. [1]

Türk-İş Konfederasyonu tarafından yapılan araştırmaya göre Mayıs 2025 itibarıyla dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapılması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 25 bin TL’ye yükselmiştir. Bu tutara ek olarak giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise (yoksulluk sınırı) 81.733 TL’ye yükselmiştir.

Oysa işçilerin talep ettiği ücretler yoksulluk sınırına bile ulaşmamaktadır. İşçiler belediyenin mevcut teklifiyle ücretlerinin 45 bin lira civarına denk geldiğini belirtiyorlardı.

Belediye Başkanı Tugay, işçileri gözünü para bürümüş kişiler olarak resmetti ve Türkiye’de kimsenin bu ücretleri almadığını iddia etti. Oysa aynı belediyeye ait diğer işletmelerde bu ücretler ödenebiliyordu. İşçilerin bu yüzden grevdeki temel talebi “eşit işe eşit ücret” verilmesi, yani maaşlarının belediyede aynı işi yapan diğer işçilerle eşit hale getirilmesiydi.

Tugay ayrıca bu talepler karşılanırsa belediye bütçesinin zor durumda kalacağını ve belediyenin hizmet vermeyeceğini iddia ederek İzmir halkını işçilere karşı sistematik olarak kışkırttı. Belediye işçilerinin ve İzmir halkının denetimine açık olmayan bu bütçe, asıl olarak şirketler yararına düzenlenmekte ve bu, işçilerin ücretlerinden ve sosyal haklarından yapılan kesintilerle finanse edilmeye çalışılmaktadır.

Diğer yandan belediye yasalara aykırı şekilde aktif biçimde grev kırıcılığı yaptı. Greve çıkan temizlik işçileri yerine farklı belediyelerden işçiler getirilerek çöpler toplandı. Bizzat belediye başkanı medya önünde çöp topladı ve grev kırıcılıkla suçlanmasına şiddetle tepki gösterdi.

İşçilerin grevine karşı karalama kampanyasının bir diğer yanı ise grevin haklı olmadığı ve siyasi bir güdüsünün olduğu yönünde. Belediye başkanı Tugay birçok defa hükümetin CHP’li belediyelere yönelik baskı ve operasyonlarına atıfta bulunarak grevi itibarsızlaştırmaya çalıştı.

Tugay grevin üçüncü günü yaptığı açıklamada “[CHP’li belediyelere] Operasyonlar yapılırken İzmir’de grev mitingi yapılmasını nasıl anlayalım?” dedi. Başka bir konuşmasında ise “Ülkenin ekonomik durumunu görmezden gelerek yapılan dayatma tam olarak altımızı oyuyor. 5 CHP’li Belediye Başkanı tutuklanıyor gelip burada DİSK burada miting yapıyor. Kim kimin altını oyuyor?”  diye belirtti.

Bugüne kadar 20’den fazla grevi “milli güvenliği bozucu” oldukları gerekçesiyle yasaklayan Erdoğan, kısa süre önce ücretlerini alamayan Beşiktaş Belediyesi işçilerinin yapmış olduğu fiili iş bırakma eyleminin ardından oluşan çöp yığınlarını işaret ederek belediye iş kolunda da grev yasağı uygulamasını gündemlerine aldıklarını açıklamıştı. CHP’nin işçilerin büyük mücadeleleriyle kazanılmış anayasal bir hak olan grevi adeta bir suç ilan ettiği bu gerici kampanya, Erdoğan hükümetinin ekmeğine yağ sürdü ve planlarına yardımcı oldu.

CHP, geçtiğimiz yıl yerel seçimlerde hükümete yönelik muhalefetin hak etmeyen faydalanıcısı olmuş, toplumsal muhalefeti kendisine kanalize etmiş ve seçimden birinci parti olarak çıkmıştı. CHP’nin bunu başarmasında sahte sol ve DİSK bürokrasisinin payı büyük.

Belediye işçilerinin grevi seçimlerden yalnızca bir yıl sonra sadece CHP’yi teşhir etmiyor. Grev aynı zamanda başta CHP ile seçim ittifakı yapan Türkiye İşçi Partisi (TİP) olmak üzere CHP’yi Erdoğan’ın AKP’si karşısında ilerici bir alternatif olarak sunan tüm sahte solu da teşhir etmektedir.

CHP lideri Özgür Özel geçtiğimiz sene TİP’le kurdukları ilkesiz ittifakı açıklarken şöyle demişti: “TİP’le şöyle bir çalışma yaptık. CHP ile kafa kafaya gittiği ve kaybettirme riski olan yerlerde aday göstermediler.” İzmir de TİP’in aday çıkarmadığı illerden biriydi.

İşçilerin İzmir grevinden çıkarması gereken bir başka önemli ders ise ne kadar sert açıklamalar yapsalar da sendika yönetimlerine güvenilmemesi gerektiğidir. Geçtiğimiz yıl boyunca CHP’li belediyeleri temsil eden SODEM-SEN ile Genel-İş arasında devam eden toplu sözleşme görüşmeleri işçilerin mücadele kararlılığını ve taleplerini hiçe sayan satış sözleşmeleri ile sonuçlandı.

DİSK ve diğer konfederasyona bağlı sendikalar, onlarca yıl boyunca işçilere yoksullaşma politikasının dayatılmasına yardımcı oldular. Sahte solun “solcu”, “muhalif” ve “sınıf sendikası” etiketleriyle yıllardır ambalajladıkları DİSK, egemen sınıf ve siyaset dünyası ile bağlara sahiptir.

DİSK’e 1994’ten bu yana başkanlık yapan 4 kişiden 3’ü sosyal demokrat partilerde milletvekilliği yaptı. Bir önceki başkan Kani Beko, Genel-İş sendikası başkanlığından DİSK genel başkanlığına ve oradan da CHP İzmir milletvekilliğine uzanan bir kariyere sahiptir.

DİSK ve CHP arasındaki siyasi ilişkilerin işçilere etkisini bir işçi Evrensel’e şöyle ifade etti: “Asgari ücret eyleminde [CHP’li] tüm belediye başkanları DİSK pankartı arkasında en önde yürüdü, ama bize yine [CHP’li belediyelerin] verdikleri ücretler düşüktü. Şimdi bunların yansımasını yaşıyoruz.”

İzmir grevi işçilerin kapitalist partilerden, onları destekleyen sahte soldan ve sendikal aygıttan kopmaları için bir başlangıç olmalıdır. Bu grev aynı zamanda işçilerin, mücadelelerinin kontrolünü kendi ellerine almak için bağımsız taban komiteleri inşa etmelerinin kritik bir gereklik olduğunun altını çizmektedir.

Dipnot

[1] Karl Marx, Value, Price and Profit, 1865. “[İşçiler] Kendilerine dayattığı tüm sefaletle birlikte, mevcut sistemin aynı zamanda toplumun ekonomik olarak yeniden inşası için gerekli maddi koşulları ve toplumsal biçimleri yarattığını anlamalıdırlar. ‘Adil bir iş günü için adil bir günlük ücret!’ tutucu sloganı yerine bayraklarına şu devrimci sloganı yazmalıdırlar: ‘Ücret sisteminin lağvedilmesi!’”

Loading