Türkiye’nin dört bir yanında “kuyu tipi” olarak adlandırılan S, Y ve R tipi yüksek güvenlikli cezaevlerinde, ağır tecrit uygulamalarına karşı çok sayıda mahpus süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi yapıyor.
Yaklaşık 40 tane olduğu belirtilen bu cezaevlerinde tutulan mahpuslar, gökyüzünü görme, insan sesi duyma, dokunma gibi en temel duyusal ve sosyal ihtiyaçlardan dahi yoksun bırakılıyor. Açlık grevindeki mahpuslar, bu tecrit sisteminin sona ermesini ve bu tür hapishanelerin kapatılmasını, hasta mahpusların serbest bırakılmasını ve zorla sevk uygulamalarına son verilmesini talep ediyor.
Sosyalist Eşitlik Grubu, tüm mahpusların insan onuruna ve sağlığına uygun koşullarda kalma hakkını savunmaktadır. Tecridin sistematik bir işkence biçimine dönüştüğü “kuyu tipi” cezaevleri kapatılmalı ve politik mahpuslar derhal serbest bırakılmalıdır.
Açlık grevindeki mahpuslar, yazılı dilekçelerinde, mektuplarında ve avukat görüşmelerinde yalnızca fiziki olarak değil, zihinsel ve duygusal olarak da çökertilmeye çalışıldıklarını belirtiyorlar.
Çağdaş Hukukçular Derneği’nin (ÇHD) geçtiğimiz hafta İstanbul Barosu Kültür Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısında, “kuyu tipi” cezaevlerinde tutulan mahpusların tanıklıkları kamuoyuyla paylaşıldı.
Bianet’in aktardığına göre, Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) üyesi Onur Yoldaş Mete, Çorlu Karatepe Cezaevi’ndeki deneyimini şöyle anlattı:
Günün 23 saatini tek kişilik, karanlık bir hücrede geçiriyorsunuz. Bir şey paylaşmak, gazete değiş tokuşu yapmak dahi yasak. Bu koşullarda mahpuslardan iletişim yetisini, öfke kontrolünü yitirmesi bekleniyor.
Grup Yorum üyesi Vedat Doğan ise, 178 gün süren açlık grevi sırasında karşılaştıkları sistematik ihlalleri aktardı:
Su verilmedi, limonlar çürük getirildi, B vitaminleri eksik dozda verildi. Hafızamda hâlâ açlık grevinin etkileri var. En sonunda sevk talebimizi kabul ettiler ama bunun için neredeyse ölmemiz gerekiyordu.
Bu arada, milyonlarca kişi tarafından dinlenen köklü sol müzik grubu Grup Yorum, geçtiğimiz hafta hükümetin talebi üzerine “millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması” gerekçesiyle YouTube’da ve Spotify’da sansüre tabi tutuldu.
Avukat Seda Şaraldı, bu cezaevlerini “insanın sosyallik vasfını yok eden yapılar” olarak tanımladı. Şaraldı hücrelerin penceresiz, havalandırmasız ve ışık geçirmeyen şekilde inşa edildiğini, mahpusların yalnızca bir saat boyunca gökyüzünü görebildiğini belirtti. Mahremiyet hakkı kameralarla ihlal edilirken, sohbet ve ziyaret gibi en temel sosyal hakların da ortadan kaldırıldığını ifade etti.
Şaraldı bu koşullara karşı en az dokuz mahpusun süresiz ve dönüşümsüz açlık grevinde olduğunu söyledi. Grevdeki mahpuslar arasında Sercan Ahmet Arslan (219. gün), Serkan Onur Yılmaz (197. gün), Bakican Işık (158. gün), Mithat Öztürk (102. gün), Fikret Akar (57. gün), Grup Yorum üyeleri Ali Aracı, Ali Hasan Akgül, Ufuk Keskin (97. gün) ve Yurdagül Gümüş (144. gün) yer alıyor. Mahpuslar ciddi kilo kaybı, kronik ağrılar, nörolojik sorunlar ve hareket kaybı gibi ağır sağlık problemleriyle karşı karşıya.
NATO destekli 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından Türkiye’de cezaevi politikalarında köklü bir değişim yaşandı. Bu dönemde, özellikle politik mahpusların kolektif direnişini ve dayanışmasını engellemek amacıyla, geleneksel geniş koğuş sisteminden oda ve hücre esasına dayalı yeni bir mimariye geçildi. Bu çerçevede ilk olarak E tipi hapishaneler inşa edildi ve büyük koğuşlar 16-20 kişilik odalara dönüştürüldü. Ardından H tipi hapishanelerle birlikte bu sayı daha da azaltılarak 4-6 kişilik küçük odalar oluşturuldu. Bu yapıların temel amacı, mahpusların sosyal ilişkilerini sınırlamak ve onları fiziksel ve psikolojik olarak izole ederek baskı altında tutmaktı. Bu doğrultuda geliştirilen yeni hapishane mimarisi, sonraki yıllarda daha ileri düzeyde tecrit uygulamalarını mümkün kılacak şekilde genişletildi.
2000 yılına gelindiğinde ise bu politikaların zirveye ulaştığı F tipi hapishaneler devreye sokuldu. Bir ve üç kişilik hücrelerden oluşan bu yapılar, mahpusları neredeyse tamamen yalnızlığa mahkûm eden bir infaz rejimiyle işletildi.
Siyasi mahpusların bu izolasyona karşı gösterdiği toplu direniş, devletin sert saldırısıyla karşılaştı. Sosyal demokrat Demokratik Sol Partili (DSP) Başbakan Bülent Ecevit yönetiminde, 19 Aralık 2000 tarihinde “Hayata Dönüş Operasyonu” adı altında 20 ayrı hapishaneye eş zamanlı baskınlar düzenlendi; bu operasyonlarda aralarında kadınların da bulunduğu 30 mahpus öldürüldü ve yüzlercesi ağır işkencelere maruz kaldı.
F tipiyle başlatılan bu tecrit modeli Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetleri döneminde sürdürüldü ve daha da ağırlaştırılmış versiyonları olarak son yıllarda S ve Y tipi yüksek güvenlikli hapishaneler hayata geçirildi.
İnsan Hakları Derneği’nin 2025 tarihli “Yüksek Güvenlikli Cezaevleri ve S Tipleri Raporu”na göre, mahpuslar günde yalnızca bir saat havalandırmaya çıkarılmakta ve bu süre bile çoğu zaman keyfi gerekçelerle sınırlandırılmaktadır. Aynı raporda, yan hücredeki bir mahpusla selamlaşmanın bile “disiplin suçu” sayıldığı ve cezalandırıldığı belirtilmektedir. Bu durum, mahpusların sadece fiziki değil, psikolojik olarak da çökertilmesini hedefleyen bir izolasyon stratejisinin uygulandığını göstermektedir.
Ağır tecrit koşullarına sağlık hakkının engellenmesi de eşlik etmektedir. İHD raporu, mahpusların revire çıkabilmek için günlerce dilekçe vermek zorunda kaldıklarını; bu taleplerin çoğu zaman yanıtsız bırakıldığını ortaya koymaktadır. Hastaneye sevk edilen mahpusların elleri ve ayakları zincirlenerek muayeneye götürülmesi, yalnızca tıbbi etiğe değil, insanlık onuruna da aykırıdır. Bu tür muameleler, hapishanelerde yaşamın fiziksel olarak sürdürülmesini dahi tehdit eder hale getirmektedir.
Raporda ayrıca, mahpusların dış dünya ile bağlarının da ciddi biçimde koparıldığına dikkat çekilmektedir. Kitap, dergi ve mektup gönderimi çoğu zaman gerekçesiz şekilde engellenmekte; gelen yayınlara el konulmaktadır. Disiplin kurulları, “pişmanlık göstermeme” gibi keyfi değerlendirmelerle mahpusların açık görüş ve telefon hakkını kısıtlamakta, onları sosyal olarak tamamen yalnızlaştırmaktadır.
Tüm bu ağırlaştırılmış izolasyon koşulları, zamanla mahpusların ruhsal ve fiziksel bütünlüğünü derinden sarsmakta; kimi durumlarda telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açmaktadır. Aynı raporda, uzun süre hücrede tutulan bazı mahpusların ağır psikolojik çöküntüler yaşadığı, bazılarının ise intihara sürüklendiği aktarılmaktadır. İnsanlarla konuşma, dokunma ya da bir ses duyma gibi en temel duyusal ihtiyaçlardan yoksun bırakılan bireyler, yavaş yavaş insan olmanın duygusal ve zihinsel kapasitesini yitirmektedir.
Tecridin mahpuslar üzerindeki etkilerini daha da derinleştiren bir diğer unsur ise, S ve Y tipi hapishanelerin mimari yapısıdır. Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’nin (CİSST) değerlendirmesine göre,
S ve Y tipi hapishaneler, F Tipi hapishanelere göre tecrit koşullarının daha fazla ağırlaştırıldığı ve daha izole yapılardır. F Tipi olan hapishanelerde hem koğuşlar hem hücreler bulunurken S ve Y Tipi olan hapishanelerde sadece hücreler bulunmaktadır.
Bu fiziksel yapı, mahpusların yalnızlaştırılmasını yapısal düzeyde kalıcı hale getirirken, günlük yaşamda hareket alanını da ciddi biçimde sınırlandırmaktadır. Aynı değerlendirmede, “F tipi hapishanelerde hücrelerin ayrı bir müstakil havalandırma alanı bulunurken, S ve Y tipi hapishanelerde müstakil havalandırma alanı bulunmaz ve mahpuslar infaz koruma memurları tarafından bir saatlik havalandırmaya çıkarılmak için ayrı bir alana götürülmektedir” denilerek, havalandırmanın dahi mahpusun kontrolünden tamamen çıkarıldığı vurgulanmaktadır. Dahası, bu yapılar içinde mahpuslar “çıplak arama” ve “ayakta sayım” gibi onur kırıcı dayatmalara maruz bırakılmaktadır.
ÇHD Hapishane Komisyonu’nun Antalya, Manavgat ve Erzurum’daki Y ve S Tipi yüksek güvenlikli cezaevlerine yaptığı ziyaretlerin ardından yayımladığı rapor, bu cezaevlerinde uygulanan tecrit rejiminin mahpuslar açısından nasıl bir işkenceye dönüştüğünü açıkça ortaya koymaktadır.
Rapora göre, mahpuslar günün 22,5 saatini hücrelerinde geçirirken yalnızca 1,5 saatlik havalandırma hakkı tanınmakta; bu hak ise doğrudan hücreyle bağlantılı olmayan, üstü açık ve yağmurdan ve güneşten korunma imkânı bulunmayan alanlarda kullandırılmaktadır. Antalya Yüksek Güvenlikli Cezaevi’ndeki mahpuslar bu alanları “Hitler’in fırını” olarak tarif etmektedir.
Hücre pencerelerinde bulunan sık örülmüş tel örgüler hem hava akışını hem de güneş ışığını engellemekte ve yaşam koşullarını daha da zorlaştırmaktadır. Ayrıca, yalnızca elektronik sistemle açılıp kapanan hücre kapılarının acil bir durumda çalışmama ihtimali, hayati bir güvenlik riski oluşturmaktadır. Nitekim raporda, kalp krizi geçiren bir mahpusun hücre kapısının açılmasının yarım saat sürdüğü aktarılmaktadır.
Manavgat ve Antalya S Tipi cezaevlerinin bir diğer çarpıcı özelliği ise, hücrelerde kameraların bulunmasıdır. Mahpusların yaşam alanını sürekli kaydeden bu kameralar, sürekli izlenme hissi yaratarak psikolojik baskıyı artırmaktadır. Mahpusların aktardığına göre bu cezaevlerinde işkence vakaları sık yaşanmakta; buna rağmen hiçbir soruşturma açılmamaktadır. ÇHD raporu, bu hapishane modelinin insan haklarına açık bir tehdit oluşturduğunu ve yapımının derhal durdurulması gerektiğini vurgulamaktadır.
Hapishanelerdeki insanlık dışı uygulamaların son bulması ve tüm siyasi tutsakların serbest bırakılması uğruna mücadele, işçi sınıfının dışarıda demokratik ve sosyal haklar uğruna mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu mücadele, yalnızca Türkiye’de değil, dünya çapında işçi sınıfının uluslararası sosyalist bir program temelinde kapitalist diktatörlüğe karşı bağımsız seferberliğiyle ileriye taşınabilir.