Donald Trump Pazar günü NBC’nin “Meet the Press” programında yayınlanan sıra dışı bir röportajda, ABD başkanı olarak Anayasa’ya uymak zorunda olmadığını tekrar tekrar beyan etti.
Trump, “Başkan olarak Birleşik Devletler Anayasası’na uymanız gerekmiyor mu?” sorusuna “Bilmiyorum” yanıtını verdi. Moderatör Kristen Welker’in ABD’deki “tüm insanların” Anayasa uyarınca adil yargılanma hakkına sahip olup olmadığı sorusuna Trump yine “Bilmiyorum. Ben bir avukat değilim,” diye karşılık verdi.
Trump bu sözleriyle bir başkanlık diktatörlüğü ilan etmektedir. Amerika Birleşik Devletleri, Anayasa’yı -ve onunla birlikte her demokratik hakkı- kendi keyfine göre verilen ya da alınan bir şey olarak gören bir siyasi suçlu tarafından yönetilmektedir.
Anayasa’daki bu haklar nelerdir? Bunlar, Anayasa’nın ilk 10 değişikliği olarak da bilinen Haklar Bildirgesi’ni içerir. Bunlar bireysel özgürlüğün hükümet gücüne karşı korunmasını ifade eder. Bunlar arasında ifade ve toplanma özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, bireyin bir ceza davasında kendisine yöneltilen suçlamaları bilme hakkı, kişinin eşit yurttaşlardan oluşan bir jüri önünde hızlı bir şekilde yargılanma hakkı, kişinin kendi evinde polis baskınlarına ve gözaltılara karşı güvende olma hakkı ve işkence görmeme hakkı yer almaktadır.
Anayasa aynı zamanda köleliği yasaklayan (13. Değişiklik), eyalet yönetimlerine karşı yargı süreci korumaları sağlayıp doğuştan vatandaşlığı güvence altına alan (14. Değişiklik) ve oy kullanma hakkını koruyan (15. Değişiklik) büyük İç Savaş değişikliklerini de içermektedir.
Anayasa’ya bağlı olmadığını ilan eden Trump, Amerikan halkının 250 yıl boyunca nesiller boyu süren mücadeleler sonucunda kazandığını düşündüğü hakların hiçbirine sahip olmadığını söylemekte ve istediği zaman işkence yaptırabileceğine, siyasi muhaliflerini sürgüne gönderebileceğine ve hatta köleliğin kaldırılmasını geri alabileceğine inanmaktadır.
Sadece bir örnek vermek gerekirse, Welker’in sorgulama hattının başlangıç noktası olan yargı süreci maddesi Beşinci Değişiklik’te yer almaktadır. Hükümetin polis yetkilerini keskin bir şekilde sınırlandıran bu maddede, “Hiç kimse ... adil yargılama süreci olmaksızın yaşamından, özgürlüğünden ya da mülkiyetinden yoksun bırakılamaz,” denmektedir. Bu dil, vatandaşların ve vatandaş olmayanların adil yargılanma biçimindeki temel hakları arasında hiçbir ayrım yapmamaktadır.
Ancak Madison ve Anayasa’nın diğer yapıcıları tarafından dikkatle incelenmiş bu kelime seçimi Trump için hiçbir şey ifade etmemektedir. Trump aktif bir şekilde, sadece Beşinci Anayasa Değişikliği kapsamında adil yargılanma hakkına sahip olan, vatandaşlığa kabul edilmemiş göçmenleri değil, aynı zamanda ABD vatandaşlarına taktığı isimle “evde yetişenleri” de El Salvador’daki toplama kamplarına sınır dışı etmeyi planlıyor. Doğrusu Trump, aralarında 4. evre kanserle mücadele eden küçük çocukların da bulunduğu vatandaşları çoktan sınır dışı etmiştir.
Trump’ın düşüncelerinin aksine, başkanın Anayasa’yı korumakla yükümlü olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Madde II, makamın böyle bir yemin üzerine kurulduğunu açık bir dille ifade etmektedir. Trump’ın kendisi de 20 Ocak’taki yemin töreninde Madde II üzerine yemin etmiş ve İncil’e el basarak şöyle demiştir:
Birleşik Devletler Başkanlığı görevini sadakatle yerine getireceğime ve Birleşik Devletler Anayasası’nı elimden geldiğince koruyacağıma, muhafaza edeceğime ve savunacağıma yemin ederim.
George Washington’ın ilk dönem için göreve başladığı 20 Nisan 1789’dan beri her Amerikan başkanı aynı yemini etmiştir. Trump bu yeminin numaradan olduğunu düşünüyor. Kendisinin 2019 gibi erken bir tarihte ifade ettiği gibi, “Başkan olarak istediğimi yapma hakkına sahip olduğum bir Madde II’ye sahibim.”
Anayasa’yı doğuran Amerikan Devrimi, tam tersi bir ilkeyi tesis etmiştir. İnsanların, hükümdarlar ya da onların yargıçları tarafından ne verilen ne de alınan “devredilemez” haklarla doğduğu kavramını oluşturmuştur. Jefferson’a göre, “adil güçlerini yönetilenlerin rızasından alan hükümetler, insanlar arasında sadece bu hakları savunmak için kurulur.” Trump’ın bakış açısına göre haklar, Trump’ın tamamen hemfikir olacağı Fransa’nın mutlakiyetçi XIV. Louis’si gibi, Kral’ın iradesine göre verilir ya da alınır: L’État, c’est moi! (Devlet benim!)
Bir monarşide egemen güç nihai olarak taçta bulunur ve Kilise’nin ilahi yaptırımına tabidir. Ancak Amerikan Devrimi ve Fransız Devrimi kralların egemenliğine son vermiştir -ilkinde kolonilerin III. George’a tabiyet bağları koparılmış, ikincisinde ise XIV. Louis’nin başı gövdesinden ayrılmıştır.
Trump’ın inşa etmekte olduğu diktatörlük sadece Amerikan halkı için bir tehlike değildir. ABD ordusunun başkomutanı olarak başkan, savaş ve nükleer silahlar üzerinde denetimsiz bir yetkiye sahiptir. Tüm dünya bir Amerikan Führer’inin yükselişinin tehdidi altındadır.
Trump’ın “Meet the Press” programında yaptığı yorumlar, onun ilk diktatörlük açıklaması değildir. Trump 25 Şubat’ta sosyal medyada şu paylaşımı yapmıştı: “Ülkesini kurtaran kişi hiçbir Yasa’yı ihlal etmez.” O bu sözlerle tarihsel idollerini tekrar ediyordu: Hitler (“Führer’in otoritesi yasalarla sınırlı değildir”), Mussolini (“Her şey devlet içinde ve devlet için, hiçbir şey devlet dışında ve başka bir şey için değildir”), Pinochet (“Silahlı kuvvetler ... ülkeyi kurtarmak için harekete geçti”) ve Franco (“İspanya’yı kurtarabilecek tek kişi benim”).
Kuruluşunun 250. yıldönümüne yaklaşan Amerikan Cumhuriyeti, üzerinde çalışılmış bir plan doğrultusunda hareket eden bir faşist çete tarafından adım adım tüketiliyor. Uyarı ışıkları alarm veriyor:
- Trump’ın Pazar günkü röportajı, faşist danışman Stephen Miller’ı uzun süredir Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak atamayı düşündüğünü açıklamasıyla aynı zamana denk geldi. Yakın zamanda yayımlanan sağcı bir podcast’te Miller, yargıçları “radikal solcular” diyerek tehdit etmiş ve Trump’ın aşırı sağcı Yüksek Mahkeme’yi bile, eğer boyun eğmezse, es geçebileceği uyarısında bulunmuştu. Miller, “Başkanın doğal yetki ve güçlerinin neler olduğu konusunda burada değinmeyeceğim pek çok başka seçenek var,” dedi.
- Trump ve danışmanları, mahkeme kararlarına yalnızca işlerine geldiğinde uyacaklarını açıkça belirttiler. Bu yargı bağımsızlığının açıkça reddedilmesi anlamına geliyor.
- Trump aynı zamanda yasama yetkisini yürütmenin altında birleştirerek ilk 100 gününde 142 adet rekor düzeyde kararname çıkararak yönetti. Bu kararnameler kapsamlı sosyal kesintiler getirdi ve temel demokratik hakların içini boşalttı.
- Göç ve Gümrük Muhafaza (ICE) ve İç Güvenlik ajanları artık Beyaz Saray’ın kişisel hücum birlikleri gibi çalışarak göçmenleri ve yasal ikamet edenleri hedef alıyor. Wisconsin Yargıcı Hannah Dugan bir göçmeni savunmak için ICE’ye karşı çıktığında, Trump’ın FBI Direktörü Kash Patel onun tutuklanmasını emretti.
- Maskeli ICE ajanları yasal ikamet edenleri güpegündüz kaçırıyor, onları yargı sürecinden ya da avukatları ve aileleriyle temastan mahrum bırakıyor. Bakan Marco Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği bir notta, yasal daimi mukim Mahmoud Khalil’in “geçmiş, mevcut veya beklenen görüşleri” -özellikle de Gazze’deki soykırıma karşı çıkması- nedeniyle sınır dışı edilmesi talep ediliyor. (Vurgu sonradan eklenmiştir.)
Trump’ın yaptığı açıklamalardan daha az önemli olmayan bir şey de, Demokratik Parti’den bunlara ciddi bir yanıt gelmemesidir. Bu parti, işçi sınıfına gerçeği söylemenin devrimci sonuçlarından, müstakbel diktatör Donald Trump’ın yapabileceği en kötü şeyden çok daha fazla korkmaktadır. Trump “muhalefet partisi”nin suç ortaklığının farkında ve buna güveniyor. Gerçekte Demokratlar, halkın haklarına karşı geniş kapsamlı bir komplonun parçasıdır. Böyle bir siyasi oluşuma başvurma girişimleri faydasız olmaktan da ötedir.
Demokratik Parti’nin Pazar günü Trump’ın Anayasa’ya bağlı olmadığını açıklamasına cevaben yapacağı uygun bir açıklama şöyle olurdu: “Bunlar siyasi bir suçlunun ifadeleridir. Şimdi mesele Trump’ın derhal görevden alınmasıdır.” Fakat Demokratik Parti’nin hiçbir lideri Trump’ın istifasını talep etmedi. Hiçbiri bırakın suç duyurusunda bulunmayı, azil davası açılması çağrısında bile bulunmadı. Açık konuşmak gerekirse, başkanın Anayasa’ya bağlı olmadığını açıkça beyan etmesi “ağır suç ve kabahat” teşkil etmiyorsa, hiçbir şey etmiyor demektir.
Bunun yerine, medyada ve üst düzey Demokratlar arasında genel tepki kayıtsızlık oldu. Senato Demokratlarının lideri Charles Schumer sadece şunu söyledi:
Görevdeki Başkan Donald Trump’ın Anayasa’ya uyması gerekip gerekmediğini “bilmediğini” söylemesinden daha Amerikan olmayan bir şey hayal etmek zor.
Yüksek Mahkeme’nin cumhuriyeti kurtarmak için harekete geçeceğine dair herhangi bir inanç, bu mahkemenin 2000 yılında Bush v. Gore davasında oy sayımını durdurarak seçimi Bush’a vermesine ve geçen yaz Trump v. Birleşik Devletler davasında başkanın parametrelerini kendisinin belirleyebileceği “resmi bir sıfatla hareket ederken” sınırsız yetkiye sahip olduğuna hükmederek yürütme yetkisini olağanüstü genişletmesine kadar uzanan tüm yakın tarihini göz ardı etmektedir.
Donald Trump, uzun bir siyasi yozlaşma sürecinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bir bütün olarak egemen sınıf içinde, temel demokratik hakların savunulmasından yana kayda değer bir taban bulunmamaktadır. WSWS Uluslararası Yayın Kurulu Başkanı David North’un bu hafta sonu düzenlenen Uluslararası Çevrimiçi 1 Mayıs Toplantısı’nda açıkladığı gibi:
Trump yönetiminin demokrasiye yönelik saldırısı, nesnel bir bakış açısıyla ele alındığında, siyasi yönetim biçimlerinin toplumda var olan sınıf ilişkilerine uygun olarak şiddetli bir şekilde yeniden düzenlenmesi anlamına gelmektedir. Beyaz Saray, kokuşmuş bir sahtekarlık yığınının tepesindedir. Kaba bir dalavereci ve dolandırıcılık ustası olan Trump, suçlu bir oligarşinin vücut bulmuş halinden başka bir şey değildir.
Marksistler Amerikan Anayasası’nı hiçbir zaman toz pembe görmemişlerdir. Anayasa kendi zamanının bir ürünüydü ve bu nedenle de ancak çelişkili bir karaktere sahip olabilirdi. Aydınlanma’dan doğan bu anayasa, özellikle büyük Haklar Bildirgesi ve İç Savaş değişikliklerinde cumhuriyetçi ve demokratik ilkeleri yüceltmiştir. Bunlar evrensel insan özgürlüğü davasını büyük ölçüde ilerletmiştir. Ancak Anayasa aynı zamanda Amerikan kapitalist sınıfının (bunun gerektirdiği tüm kanlı suçlarla birlikte) sadece bir kıtaya ve ardından dünyaya hükmedeceği ve yayılacağı değil, aynı zamanda gerçek sınıf egemenliğini yasallık cilasının arkasına gizleyeceği çerçeveyi de oluşturdu.
Trump’ın başını çektiği Amerikan egemen sınıfı, 250 yıldır hükmettiği çerçeveyi şimdi ateşe veriyor. Bunun çok büyük devrimci sonuçları vardır. Amerikan işçi sınıfı, kapitalistlerin aksine, demokratik düşünmeye devam ediyor. Şimdi Beyaz Saray’dan yürütülen sınıf savaşına karşı çıkarken, kendini savunmak için 1775-1789 ve 1861-1865’teki ilk iki Amerikan devriminin büyük demokratik geleneklerini ve kazanımlarını da savunmak zorunda kalacağını keşfediyor.
Bunun da ötesinde, Trump’ın gösterdiği şey, demokratik hakların savunulmasının, oligarşinin ve temsil ettiği kapitalist sistemin yıkılmasından ayrılamaz hale geldiğidir. Yani bu, sosyalizm için mücadele eden bir işçi sınıfı hareketinin gelişmesine, egemen sınıfın mülksüzleştirilmesine ve ekonomik yaşam üzerinde demokratik denetimin kurulmasına bağlıdır.