Yarın, 29 Ekim 1923’te Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıldönümü. Resmi kutlamalar çerçevesinde, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından Ankara, İstanbul ve İzmir’de çeşitli meydanlara dev ekranlar kurularak 100. yılı anan özel video gösterimleri gerçekleştiriliyor.
Anadolu Ajansı’nın haberine göre Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yarın Anıtkabir’e ziyarette bulunacak ve ardından “Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu'nda tebrikleri kabul edecek. TBMM'de ‘100. Yıl Resmi Geçit Töreni’ne iştirak edecek Erdoğan, Donanma ve Türk Hava Kuvvetlerinin İstanbul Boğazı’ndaki geçit törenini izleyecek.” Erdoğan daha sonra “100. Yıl Hitabı” ile vatandaşlara seslenecek.
Ne var ki, Cumhuriyetin yüzüncü yılı, İsrail’in Gazze’de Filistinlilere karşı yürüttüğü soykırımın Ortadoğu genelinde bir savaşa dönüşme tehlikesinin giderek arttığı koşullarda kutlanıyor. Türkiye aynı zamanda üyesi olduğu NATO’nun Rusya’ya karşı savaşının devam ettiği Ukrayna’daki krizin hem coğrafi hem de siyasi olarak içinde bulunuyor. ABD ve Avrupalı güçler İsrail ordusuna tam destek verirken ve kendi kuvvetlerini Ortadoğu’ya konuşlandırırken, Ankara’da yıkıcı bir bölgesel ya da küresel çatışma çıkacağı endişesi artıyor.
Türkiye’de geniş emekçi ve gençlik kitleleri, Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılını, bir asır önce emperyalizme ve onun Osmanlı sarayındaki işbirlikçilerine karşı verilen mücadelede ileriye doğru atılmış büyük bir adım olarak kutluyor.
Bununla birlikte, 1923’te Cumhuriyetin ilan edildiği dünyanın temel sorunlarının bugün Ortadoğu’da ve küresel çapta şiddetli bir şekilde geri dönüşüne tanık olunuyor: dünyayı yeniden paylaşmaya yönelik emperyalist savaşlar, diktatörlük ve eşitsizlik.
Birinci Dünya Savaşı’ndan Almanya’nın yanında yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, Britanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan kuvvetleri tarafından istila edilmişti. Anadolu’da işçi ve köylü kitlelerinin desteğiyle başlayan direniş hareketi, nihayetinde Mustafa Kemal önderliğinde Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi’nde birleştirilirken, ulusal bağımsızlık savaşı asıl olarak Britanya’nın vekil gücü olan Yunan kuvvetlerine karşı verildi.
Rusya’da Vladimir Lenin ve Lev Troçki önderliğinde gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi ve bu devrimin yarattığı genç Sovyet cumhuriyeti, Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında sömürgeciliğe karşı mücadeleye muazzam bir itici güç sağladı. Sovyet Rusya’nın Ankara’ya desteği, 1922’de kurtuluş savaşının kazanılmasında kritik bir rol oynamıştır.
Emperyalist işgalin işbirlikçiliğini yapan ve ulusal kurtuluş hareketine karşı çıkan Saltanat, 1922 yılında kaldırıldı. Bunu 1923’te Cumhuriyetin ilanı ve 1924’te Hilafetin kaldırılması takip etti.
Bugün geniş kitleler içinde var olan emperyalizm karşıtı duyarlılığın ve cumhuriyetçi geleneğin güçlü kökleri burada yatarken, burjuva demokratik devrimin temel görevleri çözülmemiş olarak kalmaktadır.
Ulusal birlik ve laiklik hedefleri tamamlanmamış olarak kaldı. Burjuva cumhuriyet altında ortaya çıkan tutarlı bir laiklik değil, İslam dininin yeni kurulan devlet tarafından denetim altına alınıp kullanılmasıydı. 1924’te Hilafetin kaldırıldığı gün, devlete bağlı bir Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.
Geçtiğimiz yüzyıl boyunca burjuva partileri ve devlet aygıtı, İslam dinini daima işçilerin sınıf bilincinin ve mücadelesinin gelişimini baltalamanın bir aracı olarak kullandı. Bu, 2002’den beri iktidarda olan Erdoğan’ın İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) için olduğu kadar Kemalist Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve diğer partiler için de geçerlidir.
Yeni rejimin feodal beylerle işbirliği nedeniyle toprak reformu söz konusu olmazken, Kürt halkının ve diğer azınlıkların temel demokratik hakları başından itibaren hiçe sayılarak bugüne miras kalan kanlı bir çatışmaya zemin hazırlandı.
İşçi sınıfının grev ve örgütlenme gibi temel hakları yasaklanırken, gelişmekte olan komünist hareket şiddetli bir baskıya tabi tutuldu. Demokratik bir cumhuriyet iddiasının gerçekte aldığı biçim, otoriter bir tek parti rejimi oldu.
Atatürk, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin “sınıfsız ve kaynaşmış bir kitle” olduğunu öne sürmüştü. Gerçekte ise yüzyıl önce de var olan sınıf mücadelesi, geçtiğimiz yüzyıl boyunca tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de olayların başlıca itici gücü olmuştur.
Bugün sınıf çatışması muazzam bir yoğunluğa ulaşmıştır ve diğer temel sorunlarda olduğu gibi bu sorunlara da kapitalist ulus devlet içinde ulusal bir programa dayanan ilerici bir yanıt yoktur.
Türkiye, bölgenin sadece en gelişkin sanayilerinden ve işçi sınıflarından birine değil, aynı zamanda en eşitsiz toplumlarından birine sahiptir. Bu toplumsal eşitsizlik, 6 Şubat’taki Türkiye-Suriye depreminde, depreme dayanıksız konutlarda yaşamaya mahkûm edilmiş on binlerce kişinin önlenebilir ölümü ve milyonlarcasının evsiz kalması biçiminde kanlı bir bedel ödetmiştir.
Bu tarihi felaketin ardından burjuvazinin tüm hiziplerinin milyonlarca insanı tehdit etmeye devam eden deprem tehlikesi karşısında sergilediği topyekûn kayıtsızlık, kapitalist sisteme ve burjuva egemenliğine yönelik itiraz edilemez bir suçlama niteliğindedir.
Milliyetçi ve militarist bir demagojiyle Cumhuriyetin yüzüncü yılını kutlayan burjuva siyaset kurumunun, kitlelerin temel sosyal ve demokratik sorunlarına yönelik hiçbir çözümü söz konusu değildir. Onların temel kaygıları, miadını doldurmuş kapitalist ulus devlet sisteminin korunması, işçi sınıfından artık değer sömürüsünün devam etmesi ve aşağıdan gelen devrim tehdidinin bastırılmasıdır. Egemen sınıf, bu konuda başlıca müttefikini emperyalist devletlerde bulmaktadır.
Başından itibaren Batı dünyasıyla, yani emperyalist-kapitalist dünya sistemiyle bütünleşme arayışında olan Türk egemen seçkinler, Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’nın ardından ABD önderliğindeki NATO emperyalizminin Sovyetler Birliği’ne karşı Ortadoğu’daki ileri karakolu haline getirdiler. ABD emperyalizmi ile kurulan güçlü askeri-stratejik bağlar, Türkiye’nin İsrail’i tanıyan ilk Müslüman çoğunluklu ülke olmasına yol açtı.
Türk egemen sınıfı, ABD önderliğindeki NATO ittifakının bir parçası olarak, Stalinist bürokrasinin 1991’de Sovyetler Birliği’ni dağıtmasından bu yana Ortadoğu’yu mahveden emperyalist müdahalelerin ve rejim değişikliği savaşlarının suç ortaklığını yaptı. Bu kirli işbirliği, Türkiye’nin emperyalist savaş girdabına çekilmesini engellememiştir.
Bugün Ankara, Gazze’deki soykırım savaşını ve ABD önderliğinde İran’a karşı savaş hazırlıklarını destekleme ya da müttefikleri ABD-NATO ve İsrail ile karşı karşıya gelme gibi imkânsız bir ikilemle yüz yüzedir. Bu ikilem, en keskin ifadelerinden birini, Erdoğan’ın bir yandan İsrail’i kınarken diğer yandan İsveç’in NATO üyeliğini TBMM onayına sunmasında kendini göstermektedir.
Kürt sorununu çözemeyen Türk burjuvazisi, böyle bir Ortadoğu savaşının kendi sınırlarında ABD destekli bir Kürt devletini ortaya çıkarmasından, içeride benzer bir eğilimi teşvik etmesinden ve bölgedeki çıkarlarına zarar vermesinden korkuyor. Egemen sınıf aynı zamanda içeride ezici bir çoğunlukla Filistin’i destekleyen ve Washington’a, NATO ittifakına ve İsrail’e karşı çıkan emekçi kitlelerin artan öfkesiyle karşı karşıya bulunuyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan yüz yıl sonra, tarih, Lev Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi’ni çarpıcı bir şekilde doğrulamaktadır: Emperyalizm çağında, geç kapitalist gelişmeye sahip ülkelerde burjuvazi, emperyalizmden bağımsızlık ve demokratik bir rejimin kurulması gibi temel görevleri yerine getirmekten acizdir. Troçki’nin yazdığı gibi:
Burjuva gelişmesi gecikmiş ülkelerle, özellikle de sömürge ve yarı sömürge ülkelerle ilgili olarak, sürekli devrim teorisi, bu ülkelerin demokrasiye ve ulusal kurtuluşa ulaşma görevlerinin tam ve gerçek çözümünün ancak boyunduruk altındaki ulusun, özellikle de köylü kitlelerinin lideri olarak proletaryanın diktatörlüğü yoluyla mümkün olabileceğini ifade eder.
Sosyalist Eşitlik Grubu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yıldönümünde, nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan ve “kendi” egemen sınıfıyla değil ama dünya çapındaki milyarlarca sınıf kardeşiyle ortak çıkarlara sahip olan işçi sınıfı için ileriye giden tek bir yol olduğunu vurgulamaktadır: ulusal bağımsızlık savaşının ve Cumhuriyetin kuruluşunun yolunu açan 1917 Ekim Devrimi’nin ulusal değil, uluslararası kurtuluş programını benimseyerek emperyalist savaşa, toplumsal eşitsizliğe ve otoriter rejimlere karşı dünya sosyalist devrimi ve sosyalist cumhuriyetler birliği uğruna mücadele etmek.